top of page
 
HAMDİYE YALÇIN ' IN [ HAMDEDEN HANIMIN SARP, DİK VE KAYGAN YAŞAMI ] ANISINA...
 
Hamdiye… Hamdeden hanım Hamdiye…

Taşıdığın ismin şu manayı ifadelendirdiğini bugün fark etmiş bulunuyorum Hamdiye…

Sana seslenirken, gülümseyen yüzünde pırıldayan ışıltının güzelliğinden söz ederken telaffuz ettiğim isminin anlamı üzerinde, düşünmemiştim daha önce…

Düşünememiştim…

Seni anımsatan, çağrıştıran, senden bir iz bırakan, sana dönük ve sana bakan her kelime, her ifade, her hatıra uzun uzun ve derinden, düşünülesi değerdeler oysa şu lahza…

Zihnimde sana ait son görüntü ve en son hatıra; tebessümle çiçeklendirdiğin çehren, yaşama enerjinle parıldayan gözlerinden gözlerime yüklediğin safiyâne ve masumâne sevgin, sıcaksı yumuşaklığın, meltemsî esintin ve o sevimli, o ipeksî çehren yanında ve yakınında dehşetleşen bir kelime ; ‘’ ölüm ‘’…

Nedir ölüm Hamdiye ?

Nedir 14 – 15 yıllık minik ve bahar kokulu hayatında ve yüreğinde manası ?

İnsanlığımızın ve insanlığının katmanları, bölümleri, kıvrımları, girintileri ve çıkıntıları, inişleri ve yokuşları, çöküşleri ve yükselişleri arasında anlaşılır mı mahiyeti Hamdiye ?

Ulaşır mı şu boğucu, iç burkucu, yaralayıcı ve daraltıcı ölüm haberin, açıklığa ve netliğe ?

Gülümseyen simandaki bahar manzarasından daha mı tatlıydı, daha mı sevimliydi ölüm düşüncesi o an…

Tüm acımsı tadına, sevimsiz simasına, parçalayıcı dokunuşlarına alışkın mıydı yoksa yüreğin gibi bedeninden çekilmesini dilediğin ruhun, Kardelen çiçeğim ?

Maddî varlığını, bedenini yani, maddî mekânından ve zamanından neden ayırmak istedin bu şekilde ?


Maddî varlığını maddenin, materyalin, metanın meskûnu dünyaya neden iade etmek istedi yüreğin, neden bıraktı dünya toprağı altında uzun ve derin bir uykuya ?

Çarmıhını ruhunun savunmasız, kuvvetsiz ve kudretsiz sırtında taşıdın günlerce, aylarca, belki yıllarca Hamdiye…

Kanını, bedenindeki gücü, dayanma direncini, enerjini, sabrını ve sevincini tüketen ağır ve kırıcı bir çarmıhı…

Sesinin tınısına ve tonuna, seçtiğin sözlere ve beden diline yansıyan hüznünü, ıstırabını, sıkıntını, gözlerinden akmayan yaşları o sürûr dolu bakışlarda göremedi gözlerim…

Belki de içimde büyüyen ve beni kendi benliÄŸimde daraltan, bana varlığımda nefeslenecek yer bırakmayan muazzam sıkıntım bir sıkıntılı bünyenin gözlerine oturttuÄŸu ve ustaca gizlediÄŸi o acı ifadeyi görmeye hazır ve yetkin deÄŸildi… 

İyiden iyiye posalaşmış bir bünye, hassas bir tavır içinde durabilir miydi karşında Hamdiye, durabilir miydi günebakan çiçeği ?

Duyguların anlaşılmaya çalışılmadığı, duyguların ve davranışların içinde bulunduğu koşulların ve bu koşullar altında ki ‘’ davranışın ‘’ nedenlerinin kavranmadığı, zahir nedenlerin ardında beliren sonuçların bir ölüm vukuatının anlaşılmasında yeterli bulunduğu, yeterli ve doyumlu bulunmadığı durumlarda da fazlaca ve detaylıca irdelenmediği toplumun ve kültürün insanlarınca, ölümünün sorumlusu görülmekte ailen…

Ruhunu ve bedenini katledenlerin dehşet ve vahşet kokusu, bulandırmadı ruhumu, hayrete gark kılmadı benliğimi, biliyor musun Hamdiye ?

Bizleri yaralayan, bunaltan, daraltan, his ve düşüncelerimizi, hayâl ve düşlerimizi kökünden baltalayan ve budayan insanlar, bizlere mesafece en yakın, duyguca, iletişimce, davranışça, tercihçe, yaşayışça ve istekçe sonsuz uzaklıkta insanların tamda kendisi belki de…

Tam anlamıyla o insanların varlığı yokluğa ve derin bir kuyu eşiğine adım atmaya zorlar varlığımızın inleyen ve sürüklendikçe kandan izlerle ilerleyen yaralı ve sakat ayaklarımızın adımlarını ?

İki zihin arasında ki uzaklık beyne vurulan büyük bir kelepçe, belki büyük bir pranga…

Ortak yönlerimizin, ortak değer, beğeni ve zevklerimizin, ortak paylaşımımızın bulunmadığı insanların zihinleriyle zihnimiz arasında ki pranganın zinciri uzunluğunda bir uzaklık bu uzaklık…

Can Yücel’in zarif ve duru ifadesiyle; 

En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin,

Ne Hindistan, ne seyyareler, ne de yıldızlar, geceleyin ışıldayan… 

En uzak mesafe iki zihin arasındaki mesafedir birbirini anlamayan…

Uzaklığı fazla bir mesafenin kurbanı mı senin yüreğin kardelen çiçeğim ?

Yanı başımızda yaşayıp uzağımızda kalanların trajik ve dramatik yaşam öykülerinden biri miydi senin yaşamın hüzün çiçeğim ?

Farklı düşüncelerimizin, farklı zevklerimizin, farklı bakış açılarımızın, farklı öğrenme biçimlerimizin, farklı yaşama, var olma isteğimizin ve farklı sevgi dillerimizin takdir edilmesi lüzumlu durumlarda ve anlarda önemsenmediği, kaale alınmadığı, küçümsendiği, bir utandırılma nedeni ve kaynağı halini aldığı, saygısızca ve saygısızlığı ölçüsünde acımasızca yerildiği zamanlar ve zeminler, yani aile içi ve aile dışı sağlıksız, hastalıklı ve hastalığı bulaşıcı ilişkiler, onurlu ve kutsî bir mutsuzluğun ve yalnızlığın ellerini tutmaya, ellerine tutunmaya zorluyor her birimizi usulca…

Anlamsal ve duygusal derinliği yoğun, belirli bir değeri yaşamımızda tutma ve yaşatma çabasıyla yüceleşen bir mutsuzluk ve yalnızlık kır çiçeği Hamdiye ! ! !

Muhammed’in zifiri ve zehirî cehalet karanlığından Hira Dağı’nda Hira maÄŸarasına, Yusuf’un Züleyha’nın zindanından Zavira Zindanına sığındığı zindana eÅŸ, denk, belki de benzer mutsuzluÄŸumuzla ve yalnızlığımızla karşı karşıya, baÅŸ baÅŸa, göz göze ve burun buruna kaldığımız, kalmaya bırakıldığımız zeminler, çatısı altında bulunduÄŸumuz zeminler… 

Evlerimizin ve yüreğimizin duvarlarında, romanlardan yalnızlığı yücelten paragrafların asılı durduğu bir zemin zeminimiz…

‘’ Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılmışsa yalnızlık olmaz ‘’ dizeleriyle başladığımız ve ağır, yorgun gözlerle sonlandırdığımız günler günlerimiz…

Yalnızlığa alışmalı mı insan ?

Yalnızlığı benimsemeli, içselleştirmeli ve kabullenmeli mi insan, kendini yalnız hissettikçe, yüreği ve ruhu yalnızlığa mahkûm edildikçe Hamdiye ?

Soğuk duvar diplerinde sessizce ağlamayı, sessizliği sese dönüştürmeyi, sokaklar ve ev dolusu ıssızlıkla koyun koyuna yaşamayı göze mi almalı ?

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar mı bıraktı cidden ?

Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil de ; zaman, yalnız, dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanı mı ?

Derin bir duyarsızlaşma içinde mi ruhumuz Hamdiye ?

Duyarsızlığı yaşayanlar olarak, söz konusu duyarsızlığı fark etme fırsatımızı da mı kaybediyoruz ?

Fark etmediğimizin farkında olmayınca, bir insan olarak bütün renkleriyle ve dokusuyla, bütün müziksel sesiyle ve sedasıyla hayatı mı yitiriveriyoruz yoksa ?

Sana hayatını sonlandırma seçeneğinden başka bir seçenek bırakmayacak kadar zor muydu yaşamak ?

Geçmişinden ve bugününden vazgeçmen ve içinde her nasılsa saklayamadığın bir yarın heyecanının kanadına tutunarak havalanma cesareti göstermen, mümkün olamaz mıydı mor menekşem ?

Zordur insanın uzun zamanlar içinde ve büyük emeklerle eğitim ve öğretim yolculuğunu ailesinin desteksizliğine ve engeline rağmen sürdürmesi…

Ve zordur insanın yaşadığı tüm olumsuzlukları yok sayıp, hiçliğe gömüp, mağlup ama gururlu bir komutan edasıyla yeni seferlere niyetlenmesi…

Ama bugüne yenik düşenler, yarını acı bir kabûs olarak düşler ve dünde yaşarlar…
Bedel ödemeyi, tüm acısı ve ıstırabıyla çaba sarfetmeyi göze alanlarsa, yelkenleri atlastan gemilerle, arkalarında külden köprüler bırakarak meçhûl bir istikbale doğru dümen kırarlar…

Meçhûl bir istikbâl ardına takılma , bütün sıkıntı ve acıyı ölüm ardına bırakma, bugününden ve hayatta varolma isteğinden vazgeçme, korkutur insanları…

Ölüme adım adım yaklaşırken Hamdiye, korkutmadı mı yüreğini ölümün sessiz ve sakin ilerleyişi…

Karşında ışıl ışıl yeni bir hayat umudu nasıl gülümsemedi ışıldayan gözlerine ?

Bolluk içinde aç, varlık içinde yoksul, denizler ortasında susuz ve kalabalıklar içinde yalnız yaşamaya mı zorladı seni beraberindeki insanlar ?

İhmâl edilmiş diyaloglardan dayanıklı ve sağlam, en azından üzerinden geçilmesi muhtemel bir köprü kurulamaz mıydı yeniden ?


Gülleri kesip, bu kadar mı büyütmüşlerdi dikenleri Hamdiye ?

Dişlerinde ürkütücü ışıkların parıldadığı kurtlar, boğazlayacak insan ararken seni mi bulmuşlar o gece ?

Yoksa sen mi kurban verdin varlığını onlara ?

Hayatı nasıl gözden çıkardın Hamdiye ?

Gözünü alamadın mı yoksa hayattan, gözlerin aheste aheste ölümün koynunda kapanırken ?

‘’ Ne gözümü alabildim, ne göze alabildim ‘’ mi derdi gözlerin, sorularıma cevaben Hamdiye ?

Ruhunu Barış Manço’nun dokunaklı, hüzünlü ve aynı anda sürur yüklü ÅŸarkı sözleriyle uÄŸurluyorum ebedî yolculuÄŸuna Hamdiye : 

Sen gittin gideli,

İçimde öyle bir sızı var ki yalnız sen anlarsın.

Sen ÅŸimdi uzakta,

Cennette meleklerle bizi gözler ağlarsın.

Bugün bayram,

Ve sen,

Kendini öldürdün bayram sonrası papatyam…

 
bottom of page