Bu sabah bir sabah bulantısıyla uyandım, uyanmak istemediğim bir sabahtı ve uyanmamak için de baya direndim fakat direncimi kırdı bulantım ve midemin bulantısı baş döndürücü bir sızıya dönüştü tüm vücudumda.
Uzun zamandır gözlerimde hissettiğim yanma, yaşarma ve bulanıklılık ta dayanma gücümü tüketiyordu, bu tükenmiş hâldeyken ve hâlden gözlerimi çıkarma adına anneme gözlerimin ağrısından bahsettim.
Evimizin karşısında bulunan devlet hastanesinden randevular alındı benim için göz doktorundan ve annem için kadın doğum uzmanı doktordan.
Her sabah annemin o volümü yüksek mutfak radyosunun sesiyle uykumun bölünmesinden de ruhum bulandı, bunalmış ta olabilir.
Bilgisayarımın ekranında sivri sinek olmadığını düşündüğüm minik kanatlı böcekler geziniyor ve kendimi bir çöp yığını üzerinde gibi hissetmeme neden oluyor onların bu gelişigüzel gezintisi.
Sivri ve sivri olmayan sinekler, haşerat kelimesi gibi kuşatıcı bir kelimeyle de ifade edilebilen minik böcek türleri bana hep bir çöp yığınını çağrıştırır.
Günümün bugününü oruçlu geçirdim ve hiç zorlanmadım günüm üzerimden ben oruçluyken geçerken.
Bugün sabah saatlerinde yaşadığım bulantı nedeniyle hasta gibiydim, hasta gibi olmanın ötesinde ciddi ciddi hastalanmış idim, her yediği şeyin insanın midesini bulandırması dünyasını karartıyor insanın.
Yediğim yemeklerin tadını alamadığımı belirtmiştim, bu defa tadını almayı istediğim yiyecekler henüz tadılmadan bütün anlamını yitiriyordu.
Kendisine ilahiyat fakültesi hocalarının genelinin yemek yemeği çok sevdiğini, bu kanaatin de ben de bir çoğunun tenine dolgun insanlar olması nedeniyle oluştuğunu söylediğim iki numara kız kardeşim ‘’ ya ne sigara kullanıyorlar ne başka kötü bir şey, bir kötü alışkanlıkları da fazla yemeleri olsun ‘’ demişti.
Babam küçük erkek kardeşime oyuncak almayacağına dair sözler söyledi ve ona tatlı sert bir tavırla oyuncaklarını kırma nedenini sordu.
O bir çocuk, o küçük bir çocuk üstelik, oyuncaklarını neden kırma eğilimi taşıdığını bilemeyebilirdi, biliyor olsa da bunu ifade etmek yeteneğinden şu an için yoksundu, sustu doğal olarak, konuşmadı, çocukça konuyu değiştirdi, babam oyuncaklarını kırmasından duyduğu memnuniyetsizliği anlatırken o, küçük erkek kardeşim, konuyla ilişkilendirilemeyecek bazı sözler söylüyordu, ve babam onun sözlerini duymamışçasına anneme anlatıyordu onu ve marifetlerini.
Babamdan bir güneş gözlüğü almasını istemiş sanırım erkek kardeşim, şu aynalı şeklinde isimlendirilen, ilkin bazı havalı kimselerin gözlerinde gördüğümüz türden mavi renkli ve aynalı bir gözlük.
Bir çocuk gözlüğü tabi, lisanslı bir çocuk gözlüğü, lisanslı olması nedeniyle de biraz pahalı.
Gök mavisi renginde özel ve baskılı bir gözlük kutusu içindeydi gözlüğü, ve gözlük kutusunun içi süngerimsi yumuşak bir tabandan yapılmıştı, bir gözlük temizleme aparatı bile konmuştu içine, öylesine hoş bir şey.
Tam bir güneş gözlüğü…
Gözlerini güneşten koruyabilecek bir gözlük.
Küçük bey, kız kardeşimin arkadaşının evimize gelmesiyle gözlüğünü kullanmak mı istemiş, o gözlükle dışarı çıkmak mı istemiş, tam detayını bilemiyorum zira o vakitte mislu meyyit vaziyette uyuyordum bulantımın kesintisiz devam etmesi nedeniyle, evet…
O evimize gelen kızdan da hiç hazetmiyorum, insana rahatsızlık veren kötü bir şımarıklık görüyorum onda ve görgüsüzlük, onun yakın arkadaşı olmalarını istemiyorum bu nedenle kız kardeşlerimin.
Aynı kız çocuğu, kız kardeşimin okuldan döndüğü bir vakit kapının önünde kız kardeşime bangır bangır sesiyle seslenerek, bu arada sesinin rengini ve tonunu sevdiğim bu kız, evlerinin bahçesinde arkadaşlarıyla piknik yapacaklarını, kız kardeşimin de gelmesini istediğini söyledi kız kardeşim kendisini okul üniformasını dahi çıkartmadan balkonda dinlerken. Yiyecek bir şey de getirebileceğini söylemişti ayrıca.
Yiyecek bir şeyler getirmesi gerektiğini söylemişte olabilir.
Bilemiyorum, o an mutfakta bulaşık yıkamakla meşgûl olduğum için anımsayamıyor olabilirim.
Ben de annemin iznini alarak her biri için birer tane iri portakal ve sebzelerden de birer salatalık hazırladım ve bir market poşeti içinde kız kardeşime verdim, aralarında mahcup duruma düşmemesi ve arkadaşça paylaşmanın önemini anlaması için.
Abartısız otuz dakika sonra döndü kız kardeşim eve ve ‘’ kimse bir şey getirmedi, herkes benim getirdiğim portakalları yedi, o ne biçim piknik ‘’ sözlerini söylediğinde katıla katıla güldük annemle.
Annemin ‘’ hepiniz kondosunuz zaten, ne çıkacak götünüzden ‘’ sözleri üzerine gülmekten bayılmak istediğimi hatırlıyorum sadece.
Annem ilaveten ‘’ hele bak ya, bacak kadar kız geldi, evden de iki kilo sebzeyi, meyveyi götürdü, piknik dedi, arkadaş dedi, kızı da götürdü, meyvelerini yediler, kıçına da tekmeyi vurdular, evine gönderdiler, oturmuş bir de utanmadan gülüyorlar, kızım insan bir sorar nedir, neyin nesidir bu piknik, diğerleri ne getirmiş ne getirecek der, ben ne getireyim der, biraz uyanık olun kızım ’’ sözlerini eklemişti ilk sözlerine.
Sözlerinin sonuna da ‘’ Kısmetleriymiş demek ki, o da bizim hayrımız olsun’’ sözlerini eklemişti ve mevzu kapanmıştı o gün o şekilde.
Şu piknik mevzusu bana ilahiyat fakültesi hazırlık yılı sınıf arkadaşlarımla yaptığımız ilk ve benim açımdan son pikniği hatırlattı.
O piknik maceramla alakalı engin izlenimlerimi daha geniş ve uygun bir zamanda anlatılmak üzere açmamayı tercih ediyorum şu an.
Mutlak surette anlatmamın gerekli olduğu bir mevzu bu, atlamayalım, atlatmayalım.
Karın bölgemdeki bu balonumsu görüntü ve şişkinlik ve hatta sertlik geçici bir durum mudur, geçici olmayan bir durum mudur.
Amaaaannn, kilo nedir ki, vücudumun fazlası, bedenimin artığı, verilir, yakılır, incelir, sıkılaşır, toparlanır insan teni…
Koy ruhuna rahvan gitsin !
Tek sıkıntısı fazlalıkları olsun insanın !
Bugün Sırrı Süreyya Önder’in Türkiye Büyük Millet Meclisinde ki özel anlarının derlendiği sesli görüntülü dosyaları inceledim, ve bir kez daha hayran kaldım kendisine.
Yakın dostlarından, çalışma arkadaşlarından biri olmayı isteyebileceğim insanlardan biri.
İçimden biri gibi, kendi içimden, içimin kendinden biri gibi.
Öylesine muazzam bir yakınlık hissi sarıyor içimi kendisini dinlediğimde.
Bu akşamın bir kısmını öğretmen kız kardeşimin mesai arkadaşlarını evimizde ağırlayarak geçirdim, geçirdik daha doğrusu, ailece ağırlamış bulunduk kendilerini.
Nezaketen getirdikleri erik iriliğindeki vişne ve kirazlar, kirazların erik iriliğinde olduklarını belirttiğim için, getirilen eriklerin hangi irilikte olduğunu tasavvur edemedim şu an fakat eriklerde kayısı iriliğindeydiler muhtemelen, evet, kayısı iriliğindeki erikler ve bir servis tabağına dizilmiş ev yapımı un kurabiyeleri çok zarifçeydi.
Çok hoşuma gitti doğrusu.
Eve gelen misafirin ev sahibine getirmiş olduğu ikramlığın ev sahibi tarafından misafirin kendisine ikram edilmesinin mantığını da anlamış değilim doğrusu.
Bu nasıl ve ne tür bir kısırımsı döngü.
Söz konusu misafir kendisine ikram edilmesini istediği ikramlığı kendisi mi getirmiş oluyor böylelikle.
Ev sahibinin misafirine ikramda bulunma konusunda sıkıntı yaşamaması için düşünülmüş bir nezaket kuralı da olabilir bu, sağlamasını yapamadım lakin yapılabilmesi mümkün görünmüyor değil.
Afedersiniz, mutfağı bulaşık ve ikramlıklar istila etmiş durumda ve bir aile efradı da mutfağa girme ve mutfağı o bulaşıklardan arındırma gereği duymadı, duymuyor, ben garip şekilde kendimi sorumlu hissediyorum o mutfağın o hâlinden ve yıkamak istiyorum tüm bulaşıkları.
Bazen misafiri olduğum evlerde de yaşıyorum benzer sorumluluğu, o mutfağı o şekilde bırakmış bir misafir olarak evinden ayrılmış olma düşüncesinden rahatsızlık duyuyorum mesela, evinden ayrıldığım misafirin ben ayrılır ayrılmaz etrafını nasıl toparlayacağını, mutfağını nasıl temizleyeceğini düşünmesini düşünmeden çıkma isteği duyuyorum içimde.
Anlatmayı istediğim çoğu şeyin içimde birikmiş olması yazı yazma serüvenime canlılık kazandıran bir birikim ve bu bana nefes aldırtan bir eylem.
Romanıma kaldığı yerden devam edemedim henüz, romanımın kendini bana yazdırtmama nedeni kurgusunun zihnimde tam olarak oluşmamış olması aslında, öyle tahmin ediyorum, ve üzerimde negatif bir enerjinin yüklü olduğunu düşüyorum hâlâ.
Umarım içi dolu olamayacak kadar uçucu bir suizandan ibaret bir sanıdır düşündüğüm.
Kendi hakkımdaki bütün hüsnü ve hüsnü olmayan kuruntu ve suizanlarımdan arınmalıyımdır belki de.
Dün gece yazdığım kendimi iyi hissetmediğimle alâkalı yazının beni bu sabah hastalandırıcı bir kafese kilitlemiş olmasından ölümsüz hisseler çıkarmalıyımdır belki de kendime öncelikle.
Annemin midemin bulantısını gecenin ilerleyen saatlerinde patlattığım ve yediğim neredeyse bir tepsi dolusu patlamış mısıra dayandırması ve bu savında diretmesi beni ikna etmiş görünüyor şu an aslında, balkonumuzun serin esintisinin etkisiyle yediğim mısırın miktarını hesap edememiş olabilirim.
Patlamış mısırla ilgili bir çocukluk hatıram bulunuyor benim her anımsadığımda gülümsediğim.
Ortaöğretim yıllarında espiri anlayışı gelişmiş sınıftan bir erkek arkadaşım, elindeki patlamış mısırla sırama yaklaştı ve ‘’ bunun adı ne ‘’ şeklinde bir soru sormuştu bana. Ben de ‘’ patlamış mısır ‘’ cevabını vermiştim. O istediği cevabı alamamış olmanın ısrarıyla ‘’ ya diğer adı, diğer adı ne ‘’ şeklinde sorusunu yinelemişti ve benden aynı yanıtı alınca ‘’ yaw pat pat desene’’ demişti dayanamayarak. Ben de ‘’ peki, pat pat ‘’ der demez ‘’ hayır, pat pat değil çat çat ‘’ demişti ve çok güldürmüştü beni o günün sonuna kadar.
Çok matrak bir çocuktu, hâlâ öyle olduğunu sanıyorum.
O çocukta ayrı bir hikâyemin konusu, anlatılabilir bir hikâye, anlatılabilir olması nedeniyle anlatabilirim de anlatmayabilirim de.
Yüzümdeki şu yağlanmadan sıkılıyorum, suyun tek başına alamayacağı kadar derin bir yağlanma bu, sabunla yıkamam gerekiyor yüzümü sık sık, yıkadığım halde cilt yağlanmasını engelleyemediğini görüyorum sabunların.
Sabunun ham maddesinin bir tür yağ olduğundan bahsetmişti babam.
Enteresan öyle değil mi ?
Rüyanız bol köpüklü, güzel kokulu sabunların içinde yıkansın !
Rüyalarınız yıkanmaktayken ben yüzümü ve bulaşıkları yıkıyor olacağım.